ihsan ARI
ihsanariart@gmail.com
ANKARA-AUGSBURG
14/01/2013 Ankara, başkentim, vay benim boş kentim diyesim geliyor. Hele bu günlerde neler konuşuluyor biliyorsunuz. Başörtüsüymüş, türbanmış, nasıl bağlanmalıymış, inandığı gibi yaşanmalıymış, uzun ve anlamlı(!), hınca hınç bir hengâme… Augsburg, gurbetim, sevdiğim ama hiç ait hissedemediğim. Yabancılığım, yalnızlığım. Münih Hava Alanı’ndayım. Türk Hava Yolları gişelerindeki kuyruklar, hem insan, hem eşya olarak oldukça kabalık, her zaman olduğu gibi. Hemen arkamda duran bir bayla, fazla bavullarından birini alıp alamayacağımı sormasıyla tanışıyoruz. Adı, Hasan’mış ve yıllardır Münih’te yaşıyormuş ama bir türlü Türkiye’den kopamıyormuş. Almanya’daki toplumsal kuralları çok iyi özümsediği ve benimsediği belli… Uyarı çizgilerine dikkat edişi, sıradaki sessizliği, uyarılara anında uyuşuyla bu açıkça görülüyor. Uçağımız zamanında kalkıyor. Esenboğa’dayız. Memleketim benim, güzel ülkem. Pasaport kontrol gişeleri kalabalık ama çok hızlı ilerliyor. Hasan, yanımdaki kuyrukta, şımarık bir ilkokul çocuğuna benziyor. El, kol hareketleriyle bağırıyor, kızıyor gibi yapıyor da yüzünde, sevinçlerin uçuştuğu gülümsemeleri görebiliyorum. Bu sevincinden ve tanışıyor olmamızdan cesaret alarak soruyorum Hasan ‘a. “Hasan Bey Münih’te ne kadar sakindiniz. Üç saate, havada ne oldu ki değiştiniz? Hasan’ın yanıtı oldukça ilginç, çocukça ve içten… “Bırak hocam ya, anam ağlamış benim oralarda. Susmuşum yıllarca. Korkmuşum. Azarlanmış, aşağılanmışım. Bu susmalar, içimi daraltmış hocam. Burası benim ülkem. Anam, avradım, toprağım. Bırak be hocam, bırak bağırayım. Derince bakışıyoruz Hasan’la. Gözlerinde o an, Almanya’ya geri dönüşünü de yaşayan, bir yatılı okul öğrencisinin hüzünlü bakışı. Bu bakışı çok iyi tanıyorum. Anlıyorum galiba diyorum. Hasan’ın gözleri dolu, bir kelime bile konuşmadı artık, ne pasaport memuruyla, ne bavullarımızı alırken. Çıkışta, tekrar karşılaştık ve minik bir el hareketiyle vedalaştık. Ankara ve Augsburg, iki şehir ama anında insana dönüşüverir. Anında kapılara gidiverir insan hava alanlarında. Bana hep, ana kapısı ve ağa kapısı gibi gelir bu iki şehrin kapıları. Türkiye’den kalkışla, Almanya’dan kalkış arasında, susla ses gibi derin bir ayrılık ve aykırılık okunur, insanların yüzlerinde. Uçakta yanınıza oturan kişi, büyük olasılıkla Türkiye’yi çok sevdiğini ama hastanede yaşadıkları haksızlığı, trafik polisinin, tapu dairesinin rüşvet aldığını, esnafın dolandırdığını, düzensizliğin insanı bunalttığını, Almancı dendiğini ve daha birçok şeyi anlatır. Söylediklerini yaşasa da yaşamasa da anlatır. Bu bir teselli, bir ön hazırlık, bir savunmadır, Almanya’daki alışamadıkları yaşama. Eğer, erkekse yanınızdaki, konu döner, dolaşır Alman kadınlara gelir genellikle. Yaşanan, yaşanmış gibi kurgulanan, düşlenen özel ilişkiler anlatılır. Bunlar, azıcık dikkatle gözlenirse, bir ülkeye ait hissedememenin, adressizliğin, ikametsizliğin boşluğunun büyüklüğünü ve birazcık da olsa, bu boşluğu doldurmaya dönük çaresiz çabalamalar olduğunu kolayca anlatır insana. Münih Hava Alanı’na iner inmez, iklimin ve insanın soğukluğu, keskin bir tokat gibi çarpar yüzünüze. Pasaport kontrol gişeleri, pat diye sınıflar insanları, “EU’lar” ve “diğerleri” şeklinde. Bu küçük kulübecikler öyle çok şeyi, öyle güçlü anlatırlar ki insana, yüreğinizin incecikten yırtıldığını hissedersiniz. Aslında Avrupa Birliği serüvenimizin durumunu bu pasaport kontrollerinde gözlemleyebilirsiniz. EU kuyruğundaki insanların aralarındaki mesafeler, cetvelle ölçülmüş gibi düzenlidir. İnsanlar genellikle yalnız ve çocuksuzdur. El bagajları küçük ve şıktır. Yüzlerindeki ifadeler, bir yarı tanrı, kendini beğenmiş, tepeden ve yarım bakışlarla; ne işiniz var bu ülkede der gibidir. Kulübedeki güvenlik görevlileri, pasaportlarına uzunca bakmazlar bile. Güler yüzlüdürler ve birer cümlelik de olsa iyi dileklerde bulunurlar birbirlerine. El bagajları kontrol edilmez genellikle. Farklıdır yabancılar kuyruğu. Uyarı çizgisine kadar tek sıra durmayı beceremezler yabancılar, tabi ki Türkler. Yetişkinlerin yarısı kadar da çocuk vardır kucaklarda ve ellerinden tutulmuş. Çocuklar sürekli mızmızlanırlar. Bu gürültüdür ve can sıkıcıdır. El bagajları, EU vatandaşlarının bavullarından ağır çeker genellikle. Tuhaf torbalar, tuhaf bantlar ve iplerle sarılıp sarmalanmışlardır. Yerdedirler ve ayaklarla sürükleyerek ilerlenir kuyrukta. Kontrol görevlileri sık sık kaş altından bakarlar bu duruma. Çattı çatacak bakışlardır bunlar. Yüzleri, öfkeden öte, kine batmış gibidir. “Grüss Gott” (Selam aleyküm) selamı, yarım ağızla alınır. Kaçıncı incelenişidir pasaportun, görür aslında ama inceler didik didik. “Tatil ha der. Memlekette tatil, oh…” bu cümle öyle çok şey anlatır ki sesinin tonuyla birleştirilince. En çıplak ifadeyle, niye geldiniz? Kalın memleketinizde. Hep tatil yapın, aç karnınızı doyurabilirseniz demektir bu. Görevlilerin, can sıkacak, öfkelendirecek bir sorusu mutlaka vardır. Bizim ki de patlamak üzeredir zaten. En etkili silah sözcüğü; sertçe bir warum(niçin)dur. Kötü kötü bakar görevli. Bir yan bakış da içerdeki diğer görevlilere gönderilir. Bu, el bagajlarını açın anlamına gelir. Açılır. Pastırma, sucuk, peynir, hepsi çıkartılır ve mandıra kokusu dolar alana. El konur yiyeceklere. Bunu hep bilirler ama yine de akrabalarının ısrarıyla alırlar yanlarına. Kapıda, genellikle bekleyenleri vardır yabancıların. Bu kavuşmalar sıcacık ve komşu çatlatan cinstendir. Sarmaş dolaş yürürler kapalı parktaki, Almanlarınkinden daha havalı arabalarına. Almanlar bu duruma bakmak istemezler ama görürler. Krallıklarını, beş yıldızlı, her şey dâhil otellerimizde bırakan Alman Turistler, tren ve tramvay yalnızlığının ve kapılarını dışarıdan açmalarının verdiği acının sorumlularını aramadan bulurlar ve derin bir nefrete dönüştürürler duygularını. 2008.02.11 İhsan Arı |
Yorumlar |
Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |
Yazarın diğer yazıları |